85-BURUC:
Burçlu semâya yemin olsun. Vav, yemin içindir.
Semâ-i Zâti'l-büruc; burçlu, yani burçlarla süslenmiş semâ demektir.
BÜRÛC, bilindiği gibi "bürc"ün
çoğuludur. Bürc, aslında "görünen şey" demek olup daha sonraları her
bakanın gözüne çarpacak şekilde görünen yüksek köşk = kasr-ı âlî mânâsında
hakikat olmuştur. Şehir surlarının, kalelerin yüksek yerlerine de aynı şekilde
burc denilmiştir.
Bunlara benzetme yoluyla veya
"görünme" mânâsıyla gökteki yıldızlara veya büyüklerine veya bazı
yıldızların bir araya gelmesinden ortaya çıkan görüntülere de burc denilmiş ve
özellikle, bildiğimiz oniki burçta yani Koç, Öküz, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak,
Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık burçlarında hakikat olmuştur. Onun
için astronomi ve yıldız ıstılahında burç deyimi altısı kuzeyde ve altısı
güneyde olan bu onikisi için kullanılmış, diğerlerinde ise "suret"
tabiri kullanılmıştır. (Furkân Sûresi'nde geçen "Gökte burçlar yaratan ve
orada bir kandil ve nurlu bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir."(Furkan,
25/61) âyetinin tefsirine bkz.)
Gökte bu oniki burcun bulunduğu sahaya
"mıntıkatu'l-büruc" yani burçlar kuşağı (zodyak) ismi verilir. Burada
İbnü Cerir gibi birçok âlim, burçları "oniki burç" ile tefsir
etmişler, bazıları da "köşkler", bazıları "ayın menzilleri olan
yıldızlar", bazıları "büyük yıldızlar, bazıları da "göğün
kapıları" demişlerdir. Zemahşerî de şöyle der:
Bu, oniki burçtur. Bunlar teşbih (benzetme)
üzere göğün köşkleridir. Ayın menzilleri olan yıldızlar da denilmiş.
Yıldızların büyükleridir. Ortaya çıkıp göründükleri için bunlara bürûc ismi
verildi de denilmiştir. Göğün kapılarıdır da denilmiştir.
Bunun özeti: Burçların birer köşk mânâsıyla
tasvirini tercih etmektir. Bu mânâ benzetme yoluyla yıldızların hepsinde
düşünülebilirse de yüksek yüksek apaçık oluşumlar görüntüsü veren yıldız
toplumlarının kastedilmiş olması daha açıktır. Bu arada oniki burç bir itibari
(varsayım) olmakla beraber en çok bu mânânın meşhur olması nedeniyle burçlar
deyince hemen onlar akla gelmektedir. Bununla beraber bu zikredilen yorumlardan
herbirinde özel bir fayda bulunduğu da açıktır. Hangisine göre düşünülürse
düşünülsün, "burçlar sahibi gök" sözü, dünya göğünü en yüksek
tabakasıyla ifade etmiş olur.
2. O vaad edilen güne yemin olsun ki bu,
müminlere vaad olunan kâfirlerin de tehdid edildiği kıyamet günü, ceza günüdür.
3. Ve şehadet edene ve edilene yemin olsun ki.
Buradaki "şahid" ve
"meşhud" kelimeleri, "hazır olma" mânâsına gelen
"şühûd"dan da "şehadet"den de türemiş olabilir. Bundan
dolayı burada birçok yorumlar yapılmış ise de en açık olan mânâ, o gün hazır
olup da o kıyameti gören veya ondan şahitlik edecek olanlarla görülecek ve
şahitlik edilecek olan korkunç olay ve vakaların hepsini kapsamış olmak üzere
her hangi bir şahid ve meşhud olmasıdır. Dolayısıyla yüce Allah bu dünyanın en
yüksek kısmı ile kıyamet gününe ve onun bütün kapsadığı şeylere yemin etmiştir.
Bu âyetlerle edilen yeminin cevabı yahut
âyetleri olup, oradaki âyetler ara cümleleridir. Çünkü hemen bu yeminlerden
sonra gelen âyetinde cevap alâmeti yoktur. Zira olumlu geçmiş zaman fiili
yemine cevap olunca, başına gibi ve gelmesi gerekir. Ancak, "söz uzadığı
zaman, "Elbette nefsini temizlikle parlatan kurtulmuştur." (Şems,
91/9) âyetinde olduğu gibi bu iki takıdan birini söylememek caiz olabilirse de
'de bunların hiçbiri yoktur" denilmiş ise de, bazıları burada da yemin
uzamış olduğu için takdirinde olarak 'ın söylenmemiş olmasının caiz olacağını
söylemişler ve mânâ itibarıyla de bunu yakın bulmuşlardır. Lakin ve 'den
ikisinin de zikredilmemiş olması düşünülmesi gereken bir durum olduğundan asıl
cevabın söylenmemiş olup cümlesinin cevap yerine getirilmiş olmasının daha
doğru olacağı da ifade edilmiştir. Sûrenin akışı kâfirlerin eziyetlerine karşı
müminlerin imanda sabit tutulması ve müminlere eziyet edenlerin neticede
"Ashab-ı uhdûd" gibi lanetlenip kahredileceklerini anlattığından asıl
cevabın mânâsı şöyle olur: Müminler kâfirlerden görecekleri sıkıntı ve
eziyetlere karşı imanlarında sabır ve sebat etmelidirler. Çünkü müminlere
eziyet edenler neticede ezilip kahredileceklerdir.
4. Nitekim kahroldu o hendeğin sahipleri
burada "kutile"'nin hakiki mânâda, yani "öldürüldü"
mânâsında olması caiz görülmüş ise de manevi ölümü de kapsamış olmak üzere
lanetlenmek, yani ilâhî rahmetten kovulmak suretiyle ezilmek ve başkasına ibret
olacak şekilde cezalandırılmak mânâsına tefsiri daha uygundur.
UHDÛD ve HADD, yerde olan uzun hendek veya
yarığa, bir de kamçı ile dövülen kimselerin bedenlerinde yol yol kan oturarak
moraran kamçı yerlerine denir. Burada "bedel-i iştimâl" yoluyla şöyle
açıklanıyor:
5. O ateş ki çıralı, tutuşturacak odunu çırası
çok, yani o alevli ateşi kapsayan "uhdûd"un, o ateş hendeğinin
sahipleri ki müminleri imanlarından vazgeçirmek üzere içine atmak için böyle
ateş hendekleri yaptıklarından dolayı "Ashab-ı uhdûd" adını almışlar.
Fakat kalplerdeki imanı bu şekilde yakmağa çalışanlar başarılı olamamış, aksine
lanetlenerek mağlup edilip ezilmişler ve adları kötüye çıkmıştır. Bunların
kimler ve nerelerde olduğuna ve Yemen'de, Necran'da, Irak'ta, Şam'da veya
Habeş'te mecusiler veya yahudiler veya bazı krallar tarafından yapıldığına dair
birçok rivayet nakledilmiş ise de Kur'ân bunları belirleme maksadı
taşımadığından, sadece nitelikleri ve fiilleriyle zikr olunmuşlardır.
Ebu Hayyan der ki: Müfessirler Ashab-ı Uhdud
hakkında on'dan fazla görüş belirtmişlerdir. Her görüşün de bir uzun kıssası
vardır. Biz onları bu kitabımıza yazmak istemedik. Hepsinin kapsadığı mânâ
şudur: Kâfirlerden bir takım kişiler yerde hendekler açtılar ve bunlarda ateş
yaktılar. Müminleri bu ateşlerin karşısına diktiler. Dininden döneni
bıraktılar, imanda ısrar edeni yaktılar. Ashab-ı Uhdud müminleri yakanlardır.
Kaffâl de tefsirinde şöyle der: Ashab-ı Uhdud
kıssasında değişik rivayetler zikretmişlerdir. Bununla beraber içlerinde sahih
denecek derecede bir şey yoktur. Ancak bu rivayetler şu noktada birleşmişlerdir
ki müminlerden bir topluluk, kavimlerine karşı yahut kendilerine hakim olan
kâfir bir krala muhalefet etmişler, o da bunları içi ateş dolu hendeğe
attırmıştır. Ve zannederim ki, demiş, bu olay Kureyşliler arasında meşhur idi.
Yüce Allah bunu Resulünün ashabına anlatarak dinleri hakkında karşı karşıya
kaldıkları eziyetlere sabır ve tahammül etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir.
Çünkü haberlerde meşhur olduğu üzere Kureyş müşrikleri müminlere eziyet
ediyorlardı."
Bu konuda hadisçilerin en ziyade tercih
ettikleri rivayet Müslim, Tirmizî Nesai ve daha bazılarının Süheyb yoluyla Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den merfu olarak rivayet ettikleridir ki, Tirmizî buna sade
"garib bir hasen hadistir" demiş, sahih dememiştir. Onun için biz de
yalnız Kur'ân'ın açıklamaları ile yetinelim: Hangi kavimden olursa olsun,
Ashab-ı Uhdud lanetlendiler.
6. O vakit ki onlar ateşin üzerine
oturmuşlardı. Yani etrafına toplanmışlar, karşısından seyrediyorlardı. Bu durum
kendi haklarında daha sonra felaketi gerektirmiş olduğuna işaret için bizzat
ateşin üzerine oturmuşlar gibi tasvir olunmuştur.
7. Onlar, müminlere yaptıklarına karşı şahit
de oluyorlardı, öyle katı yürekli kâfirler idi ki, hem müminleri ateşe
atıyorlar, hem de o feci durum karşısında oturup seyretmekten zevk alıyorlardı.
Yahut diğer bir mânâ ile: Müminlere yaptıkları kendi başlarına geçmiş, o azabı
kendileri de görmüşlerdi.
8 . "Acaba o müminler ne yapmışlar,
onları bu derece intikama sevk edecek neler yapmışlar da kızmışlardı?"
denirse onlardan, (o beğenmedikleri müminlerden bu derece) kızdıkları şey de
başka değil, ancak Allah'a iman etmeleri idi. Mazi siğasıyla buyrulmayıp da
muzari (geniş zaman) kipi ile buyrulması, ileriye doğru imanda ısrarlarına
işarettir. Yani o müminler kızılacak, kendilerinden intikam alınmaya
kalkışılacak başka bir şey yapmıyorlar, ancak Allah'a inanıyorlar ve o iman ile
gitmek istiyorlardı. O Allah ki Aziz, bütün yücelik ve kuvvet onun, kimse onun
yücelik ve kuvvetine karşı gelemez, Hamid, bütün hamd onun, kimse onun
karşısında hamd ve saygıya layık olamaz.
9. O ki bütün göklerin ve yerin mülk ve
saltanatı hep onun, hepsinde dilediği gibi işini yürütür. İşte o müminler ancak
o Allah'ın mülküne, izzetine ve gücüne, onun hamde layık olduğuna inandıkları
ve bu imanlarında devam etmek istedikleri için o Ashab-ı Uhdud (hendek
sahipleri) onlara kızıyor ve yaptıklarını yapıyorlardı. Oysa Allah herşeye
şahittir. Herşeyin yanında hazır ve görücüdür.
Bu cümle, yalnız son âyete değil,
"Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı." âyetine kadar hepsinin eki
ve devamı olarak müminlere bir vaad ve onlara işkence edenlere bir tehdittir.
Çünkü her şeye şahit olan yüce Allah her iki tarafın da yaptıklarına şahittir.
Ve ona göre yaptıklarının karşılığını verir demek olur. Onun için bu cümlenin
müstakil bir cümle olduğuna dikkat çekmek üzere "oysa o" diye zamir
ile yetinilmeyip Allah'ın adı açıkça söylenmiştir. Bundan bu şekilde kısa ve
toplu olarak anlaşılan tehdit ve vaad şu âyetlerle açıklanıp detaylı olarak
sunuluyor. "O kimseler ki". Bu, hem ilâhî şahitliğin hükmünü
açıklama, hem Ashab-ı Uhdud'un lanetlenmesinin daha genel bir büyük önerme ile
illetini gösterme, hem de yeminin cevabını açıklama makamındadır. Yani,
haberiniz olsun, o kimseler ki:
10. Mümin erkek ve kadınlara fitne yapmışlar,
imanlarından çevirmek için onlara bela olmuş, sıkıntı ve eziyet vermişler,
"Sonra da tevbe etmemişlerdir". Bundan dolayı "onlara
muhakkak" "cehennem azabı vardır". Bu, küfürlerinin, inkâr
etmelerinin karşılığı olan azaptır. Ve onlara yangın azabı vardır. Bu da gittikçe
yayılması itibarıyla bir yangına benzeyen fitnelerinden dolayı kendilerini
saracak olan diğer bir ateş azabıdır.
11. Buna karşılık "İman edip iyi iş
yapanlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş
budur".
FEVZ-İ KEBİR, büyük kurtuluş, büyük murattır.
Razî der ki: Ashab-ı Uhdud kıssası ve özellikle bu âyet şunu gösterir:
Öldürülme tehdidi ile küfre zorlanan kişinin yapması gereken en uygun iş
korkutulduğu şeye karşı sabretmektir. Ve o halde "Ancak kalbi iman ile
yatışmış olduğu halde zorlanan hariç." (Nahl, 16/106) âyetini delil
göstererek açıktan küfür sözünü söylemek ruhsat gibidir. Yalancı Müseylime Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in ashabından iki zatı yakaladı. Birine, "Benim,
Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder misin?" dedi. O zât,
"evet" dedi.
Bunun üzerine Müseylime onu bıraktı. Diğerine
de aynı soruyu sordu, o ise, "hayır, sen yalancısın" dedi. Böyle
diyeni de öldürdü. Resulullah (s.a.v.) da buyurdu ki: Bırakılan ruhsat yolunu
tercih etti. Onun için "Ona bir beis yok". Öldürülen ise fazileti
aldı. "İşte ona mübarek olsun." (Kehf Sûresi'ndeki "Onlar sizi
ele geçirirlerse sizi taşlarlar yahut zorla dinlerine döndürürler. Bu takdirde
ebediyyen kurtulamazsınız."(Kehf, 18/20) âyetinin tefsirine bkz.)
12. Bu vaad ve tehdidi daha çok vurgulamak ve
desteklemek için buyruluyor ki: Kuşkusuz Rabbinin yakalaması çok çetindir. Ey
Muhammed!
BATŞ, şiddet ve kabalıkla sert bir şekilde
tutmak demektir. Böyle iken ayrıca bir de "şiddetli, çetin" sıfatıyla
nitelenmesi, o şiddetin olağanüstü derecede olan dayanılmazlığını anlatmak
içindir. Maksat yüce Allah'ın zorba ve zalimleri sorguya çekip cezalandırmadaki
kudretinin şiddetini ifade etmektir. Ki bu, tehdidi vurgulamaktadır.
13. Zira ilk yaratan ve sonra da tekrar
yaratacak olan ancak odur. İlk yaratmayı da, yeniden hayat vermeyi de o yapar.
Onun için onun yakalaması, yaratıklardan hiçbirinin yakalamasına benzemez, son
derece şiddetlidir. Çünkü yaratıkların yakalaması ne ilk, ne de sonradan
yaratma hususunda etkili ve hakim olamaz. Dolayısıyla Allah'ın azabı kulların
azabı ile karşılaştırma kabul etmez.
İbnü Zeyd ve Dahhak şöyle demişlerdir: Allah
yaratışı ta başlangıçtan yapar.
Sonra da kıyamet günü haşr ile iade eder. İbnü
Abbas'tan rivayet edilen diğer bir mânâ ile her ilk yaratılanı o yaratır, her
yeniden yaratılanı o yeniden yaratır. Başka birinin etki ve müdahalesi olamaz.
Bu nedenle onun yakalaması son derece şiddetlidir. Yine İbnü Abbas'tan şöyle
bir mânâ rivayet edilmiştir: Kâfirlere azap etmeye başlar, sonra da iade eder.
Cehennem ateşi onları yer, nihayet kömür olurlar. Sonra da onları yeni bir
yaratılışla yeniden yaratır. Bu mânâ, "Derileri piştikçe azabı duysunlar
diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz." (Nisa, 4/56) âyetinin ifade
ettiği mânâ olmalıdır.
Diğer bir mânâ ile, Allah o sorguya çekip
cezalandırmayı dünyada yaptığı gibi ahirette de yapar. Ashab-ı Uhdud (hendek
ashabı) gibi zorba ve zalimlerin yaptığı yakalama ve işkence, "Senin bu
dünyada hükmün geçer." (Tâhâ, 20/72) âyetinin ifade ettiği mânâca yalnız
dünyada kalır. Ölüm ile ondan kurtulunur. Fakat ölmekle Allah'tan kurtulunmaz.
Onun yakalaması dünyadan ahirete, şiddetten şiddete sonsuza kadar devam edip
gidebilir.
14. Bununla beraber son derece bağışlayıcıdır
o. Bu da vaadi vurgulamakta ve tehditteki kaydının faydasına işaret etmektedir.
Çok sevendir, çok sevgili veya çok sevimlidir. Muhabbet ve sevgi mânâsına
"vüdd" kökünden türetilmiş olan vedûd, bu sıga (kip)nın ism-i fail
mânâsı ifade etmesine göre "çok seven" mânâlarına gelebilir. İkisiyle
de tefsir edilmiştir. Fakat "gafur" kelimesine uygun düşen ilk
mânâdır.
15. Yani ihsanı çok Arş'ın sahibi, maliki,
yahut bütün evrenin mülk ve saltanatın sahibidir, uludur, zat ve sıfatlarında
büyük, şanı yücedir. Çünkü varlığı vacip, bütün olgunluk isim ve sıfatlarını
kendinde toplamıştır.
16. "İstediğini yapandır". Ne
isterse dilediği gibi yapar da yapar. İradesi hiç şaşmaz. Bu nedenle vaadini ve
tehdidini yerine getireceğinde de asla kuşku yoktur. Yok etmek istediklerini
muhakkak yok eder. Kurtuluşa erdirmek istediklerini de kesinlikle kurtuluşa
erdirir.
17. "Orduların haberi sana geldi
mi?". Bu soru, sorulan şeyin vuku bulduğunu anlatmak için sorulmuş bir
sorudur. Yüce Allah'ın her isediğini yapıcı olduğunu ve yakalamasının şiddetini
misal ile anlatmak ve düşmanlarına karşı Resulullah (s.a.v.)'a yardım vaad
etmek suretiyle teselli vermektir. CÜNÛD'dan maksat, peygamberlere karşı
toplanmış olan ordular, gruplardır.
18. Yani Firavun ve Semud kavmi gibiler ki
bunların kıssaları, Allah'a ve Resullerine karşı inkâr ve taşkınlıkları ve
Allah'ın onları ordularına ve kuvvetlerine rağmen nasıl tutuverip de yok ve
azap ettiği Kur'ân'ın birçok yerinde anlatılmıştır. İmanı olanlar bundan ibret
alırlar.
19. Fakat inkâr edenler bir yalanlama içinde
bocalayıp durmaktadırlar. Bu, çağdaş kâfirlerin halini beyana geçmek içindir.
Yani, bunlar anlatıldığı halde kâfirler hala yüce Allah'ın kuvvet ve kudretine
ve Kur'ân'ın vaad ve tehdit yollu açıklamalarının gerçekliğine inanmıyorlar, o
büyük kurtuluşa ermek istemiyorlar da "bunlar yalandır, asılsızdır"
diye bir yalanlama sevdası içine dalmışlar, sonlarının kötülüğünü
düşünmüyorlar.
20. Oysa Allah arkalarından kuşatmış,
kitaplarını arkalarından verecek, onun ilim ve kudretinden çıkıp kurtulmalarına
imkan yok.
21. Hayır öyle değil. Bu, evvelkine benzer
olarak onların inkâr ve yalanlamalarını reddetmek için Kur'ân'ın şanını
açıklamaya geçişi ifade eder. Yani, kâfirler yalanlıyorlar ama, o, yani bunları
anlatan kitap yüksek şanlı bir Kur'ân'dır. Kitaplar içinde şerefi, şanı en
yüksek; üslubu hepsinden yüce, kapsadığı mânâlar yalan ve töhmetten arınmış,
dolayısıyla inanılarak okunup amel edilmesi gerekli olan bir kitaptır.
22. Bir Levh-i Mahfuz'dadır, Allah'ın koruması
sayesinde bozulmaktan, yalnışlıktan korunmuş bir Levh'te sabit olup koruma
altındadır.
Bu "Levh," şeriat lisanında meşhur
olan "Levh-i Mahfuz"dur ki Yasin Sûresi'nde "Biz her şeyi apaçık
bir kütükte saymışızdır." (Yâsin, 36/12) buyrulduğu üzere her şeyin
yazıldığı varlık sahifesidir. Bunun da aslı, Ümmü'l-kitap (kitabın anası) olan
Allah'ın ilmidir.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||