100-ADİYAT:
1. "Vav", kasemdir.
"Adiyat" hızla koşmak, seğirtmek mânâsına "adv"den ism-i
fail cem-i müennes salimdir. Şu halde at, deveye diğer koşanların hepsine
söylenebilir. "Kamus" sahibinin "Besâir"de beyanına göre bu
"adv" maddesi, esasında tecavüz mânâsında kullanılır. Kâh yürüyüş
itibarıyla düşünülür, ona "adv" yani seğirtmek denilir. Ve kâh kalbi
olarak düşünülür, ona adavet ve muadat yani düşmanlık denir Kâh da adalet
bozmak itibarıyla düşünülür ona da udvar, yani zulüm ve adaletsizlik denilir.
Ve kâh da mekan ve yer itibarıyla düşünülür, ona da adva yani sivayet denilir.
Diğer mânâlar bundan türemiştir. "Ğaniy" vezninde "adiy" ve
sariye vezninde "âdıye" daima harp ve kıtale koşup hücum eden
topluluğa denir. Bazıları "adîy", piyade saldırganlarına;
"âdiye", süvari (atlı) saldırganlarına mahsus olduğunu söylemiştir.
Burada Hz. Ali'den rivayet edilerek Arafat'a giden hacıların develeriyle tefsir
edildiğine dair bir rivayet nakledilmiş ise de, İbnü Abbas'dan rivayet edildiği
üzere süvarilerin atları olmak âyetlerin mefhumuna göre açıktır ve
tefsircilerin pek çoğu bunu tercih etmişlerdir. Zira DABH atların koşu
esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, "sahil" denilen kişnemek
değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame (genizden ses
getirme) denilen sesi de değil, hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve
hohlamadır. Denilmiştir ki "dabh", bir at bir de köpek koşarken olur.
Kelamın takdiri veya "dâbihât", mânâsındadır.
2. Sonra "Kadh", çakmak çakmak, yani
hızla çarpmak çakmakla ateş çıkarmaktır. Bu da atların koşarlarken hızlarından
tırnaklarıyla çarptıkları taşlardan çakmak gibi ateşler çakarak gitmelerinde
görülür. Ki bu geceleyin görüleceği ve hız eseri olduğu için onların hem
kuvvetlerine, hem de geceleyin koştuklarına işaret eder. En açık olan mânâ da
budur.
Bununla beraber bunu daha diğer mânâlarla
açıklayanlar da olmuştur:
1- Bir kısım tefsirciler demişlerdir ki: Gerçi
bu âyetlerden maksat atlardır. Fakat ateş çıkarmaları, sahipleriyle düşmanları
arasında harbi kızıştırmaları, harp ateşini tutuşturmalarıdır. Nitekim "Ne
zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa." (Maide, 5/64) buyurulmuştur. Ve
harp kızıştığı zaman "fırın kızıştı" denilmek de darb-ı meseldir.
2- Bunlar geceleyin ihtiyaçları ve yemekleri
için ateş yakan gazilerdir, "gazilerden bir topluluktur" denilmiş,
nitekim "âdiyat"i hacıların develerine yoranlar da Arafat'tan
geceleyin Müzdelife'ye, Meş'ar-i Haram'a gelip orada ateş yakan hacılar
demişlerdir.
3- Ağır, heyecanlı sözler söyliyerek düşmanlık
ateşi çalıp tutuşturan diller, denilmiş ki, bu mânâda "kadhan" dil
ile düşmanlığa yorumlanabilir.
4- Mekr (aldatma) ve hud'a (hile) ateşi çıkan
fikirlerdir, denilmiş, bu mânâ da İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir. Zira
"Ben sana bir çakmak çakayım, sonra bir ateş çıkarayım da gör!"
denilir ki, bir hile yapayım, başına bir iş çıkarayım da gör, demektir.
5- İkrime demiştir ki: süngüler, silahlardır.
Buna göre zamanımızın ateş saçan silahları hiçbir mecaz düşünmesine hacet
kalmaksızın bunda öncelikle dahil olmuş bulunur. Özellikle sûrenin Mekkî olması
rivayetine göre, o zaman müslümanlarda ne at, ne de silah olmadığı için bu
âyetler bütün geleceğe ait demek olacağından bu mânâ ve şümul daha açıktır. Bu
şekilde burada sonradan peyderpey ortaya çıkacak böyle ateşler saçan silahlarla
geleceğin harp güçlerine de işaret edilmiş olmakla buna göre yalnız atlara değil,
harıl harıl süratle hücüm eden motorlu akın vasıtalarının da hepsini içine
almış bulunur. Bu âyetlerde tamamen tercemesi mümkün olmayan kelimelerin
özelliklerine ve cemiyetlerine dikkat edilir ve bunların aralarında peyderpey
tertip ifade eden "fa"larla geldikleri de düşünülürse, bunlar sadece
bir seriyeye değil, her zamanın peyderpey gelişecek taarruz araçlarına işaret
eden âyetler olduğu takdir olunabilir.
6- Nihayet bir de yani işi başarmış:
İstediklerini bulmuş, harp veya Hac her ne ise isteklerinde başarılı olmuş
olanlar diye tefsir edilmiştir. Zira ihtiyacını bitirmiş, işinde başarılı olmuş
kimseye "o çakmağını çaktı" denilir ki, muradına erdi demektir. Bu
şekilde münciha (maksadına eren) cemaatinin vasfı olup "muradına eren toplum"
mânâsına râcî olur. Yahut atların süvarilerinin vasfını açıklama olur. Bu
mânâda Cerir "Ezd kabilesini en iyi atlara sahip ve çakmağı çaktıklarında
en çok murada ermiş kimseler bulduk." demiştir. Bir de derler ki:
"Filan çakmağı çakınca yandırır, ihsan edince de kandırır?", yani tam
suya doyurur demektir. Bu mânâlardan birincisi doğrudan doğruya hakikat,
diğerleri mecaz olmak hasebiyle en açık olan birincisidir. Ancak bugün
silahların ateş çakması mânâsı da bir hakikat olduğu unutulmamak gerekir.
3. Sözlükte akın etmek, yani süratle gitmek
veya baskın yapmak, talan etmek mânâlarına; bir de "ğavra" yani engin
araziye girmek mânâsına gelir ki, dilimizde de olduğu üzere akın, garet, en
fazla baskın ve talan mânâsında bilinmektedir. Deveye yoranlar, hacıların sabahleyin
Mina'ya süratle gelmeleri mânâsında anlamak istemişlerse de, düşmana baskın
için akın eden süvariler olmak daha önce akla gelir. Bunun sabah vakti
yapılması da hem geceleyin düşmanın vakıf olamayacağı bir şekilde tertibat
alarak hazırlanmak, hem de yaptığını, yapacağını iyi görüp bir yanlışlığa
meydan vermemek üzere hücumu sabahleyin göz göre göre yapmak çoğunlukla daha
sağlam olması hasebiyle baskınlarda alışılmış bulunmasındandır. Harp
tarihlerinde gece baskınlarının da yerine göre başarılı olduğu yok değilse de,
tehlikesinin daha çok olduğu da inkar edilemez.
4. Derken o dem, bir toz duman savurmuşlardır.
Bu fiil cümlesi, önceki isim-i faillerin delalet ettikleri fiiller üzerine
atfedilmiştir. Zira ism-i failler üzerindeki (elif-lâm)lar, ism-i mevsul olanlarından
sılaları fiil mânâsındadırlar. Onun için mânânın özeti "Harıl harıl koşan
atlar, ayaklarından ateş saçtılar, sabah baskını yaptılar, tozu dumana
kattılar." demektir. Ancak bunun burada sarih fiile dönüştürülmesi bir
nükte ister ki, o da maksadın bu anda tahakkukuna işaret olmalıdır. Tercih
etme, başlama ve inceleme mânâlarına 'den olmak da mümkün ise de severan
ettirmek (üzerine atılmak), yani heyecanlandırıp savuşturmak mânâsına isare
'den olarak tefsir edilmiştir. Açık olan da budur. zamiri, sabah vaktine
racidir.
NAK'AN lügatta toz ve birikmiş su ve haykırmak
veya kayırtmak ve öldürmek mânâlarına gelir. Burada en çok gubar yani toz
mânâsında tefsir edilmiştir ki, akın esnasında savrulan toz, duman demektir. Bu
daha önce koşu esnasında savrulmuş ise de "îrâ" gündüz görülmeyip
gece göründüğü gibi, bu da gece görülmeyip gündüz görünmüş olduğu için sabah
vakti zikredilmiştir. Bu şekilde önceki "kadh" (hızla çarpmak) ve
"îrâ" (çakmak çakma)nın da gece vakti olduğuna işaret olunmuştur.
Bundan başka bu toz sonradan bozulur keşfine de işaret olabilir. Bununla
beraber "nak'an" çeşitli mânâlarına göre hücum esnasındaki
feryatlara, dökülen terlere ve kanlara da delalet ve işaretten uzak değildir.
5. Derken onunla (yani o haykırış ile yahut o
anda) bir topluluğu ortalamışlardır. Bir düşman toplumunu, ordusunu tam
ortasından vurup içine dalarak, yahut çevirip ortaya alarak mağlup ve perişan
etmişlerdir.
6. Böyle yapan kuvvetlere kasem olsun ki o
insan, birtakım fertleri itibarıyla insan cinsi, Rabbine karşı çok nankördür.
Üzerindeki nimetinin hakkını tanımaz, şükrünü eda etmez. Yahut gördüğü
nimetlerini, ulaşmış olduğu feyizlerini hesaba almaz, ona karşı görevini
yapmaz, unutur da hep uğradığı musibetleri ve müşkülleri anarak şikayet ve
itiraz eder durur. Kâfir, çıfıttır.
"KENÛD kelimesi "anûd" vezninde
"kefûr", yani nimetleri çok inkâr eden demektir. Çok kötüleyen ve
küfreden inkarcı mânâsına da tefsir edilmiştir. Birşey bitirmeyen verimsiz
araziye ve kocasının haklarını ve iyiliklerini inkar eden nankör karıya ve
yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimriye ve kazanmışa ücretini
vermeyen kötüye ve mutlaka cimri ve pintiye ve inadına isyankar ve günahkara,
kölesini, uşağını çok döğen kimseye "kenud" denilir. Burada
çoğunlukla insan tabiatına ait olmak üzere çokları "nimeti inkar
eden" demişlerdir. Zeccâc, kâfir demiş; Hasan-ı Basrî kötülükleri sayar,
nimeti unutur paylayıcı demiş; İbnü Cerir, Ebu Umame (r.a.)'den şöyle bir hadis
de rivayet etmiştir: Demiş ki: Resulullah (s.a.v.): "Muhakkak insan
Rabb'ine karşı çok nankördür." dedi. "Yani öyle nankör ki, yalnız
başına yer, kölesini döğer ve vergisini vermez."
7. Ve kendisi de buna şahittir. Buradaki
zamirde de iki vecih vardır: Taberi gibi bazıları "Rabbe" göndererek,
"Allah ona şahittir, görüp duruyor", mânâsını vermişlerdir. Bu,
kötülüklerden vazgeçmeye zorlamak için bir tehdit ve korkutma demek olur.
Zamirin yakınına atfedilmesinin asıl olması kaidesine göre de bu vecih daha
uygun gibi görünür. Fakat kelâmın konusu insan olmak ve bundan sonraki zamir de
ona raci bulunmak hasebiyle bunun da insana atfı nazmın düzgünlüğüne daha
uygundur. Onun için çokları: Hem o insan kendisi o nankörlüğüne şahittir, demek
olmasını tercih etmişlerdir. Yani başkaca delil ve ispata ihtiyaç yoktur. İnsan
öyle olduğuna kendisi şahitlik eder. Zira o nankörlük eseri onun üzerinde o
kadar aşikardır ki kendi hallerini kalp gözü (basiret) ile inceler ve kölesine,
uşağına ve idaresi altında olanlara karşı muamelesini bir düşünürse, kendinin
Rabbine çok nankörlük etmekte bulunduğunu inkâr edemez, kendi vicdanında ikrar
eder. Yahut dünyada etmezse biraz sonra açıklanacağı üzere ahirette kendi
aleyhine şahitlik edip, günahlarını itiraf edecektir. Bu mânâda "vâv"
atıfa olduğundan bu da kasemin ikinci cevabı demektir.
8. Üçüncü; Ve gerçekte o insan, dünya malını
çok sevdiği için pek katıdır. "Hayır", Kur'ân'ın "Eğer bir hayır
bırakacaksa." (Bakara, 2/180) gibi birçok âyetlerinde mal mânâsına ve
özellikle çok mal, servet mânâsına geldiği gibi, burada da genellikle "mal"
diye tefsir edilmiştir. Mala, "hayır" denilmesinin sebebi insan
yaratılışının ona meyledici olmasından, dünya menfaati bulunmasından dolayı
çoğu insanların onu mutlaka hayır gibi zannetmeleridir ki, burada o zannetme
kötülenmiştir. "Şedid" de cimri veya güçlü mânâsına olmak üzere iki
vecih ile açıklanmıştır. Yani mal ve serveti mutlaka "hayır" sanarak
sevdiği için cimridir, sıkıdır. Allah için o malın hakkını vermek, hayıra
sarfetmek, genel menfaatlara hizmet etmek istemez, kıskanır. Yahut malı ve
dünya menfaatini sevmekte çok kuvvetlidir. Onu kazanmak, eline geçirip toplamak
hususunda güçlüdür, hırslıdır. Fakat onun hakkını, şükrünü ödemeye, Allah için
kulluk etmeye gelince zayıflığını ileri sürerek on para vermek istemez, kaçınır
da kaçınır, nankörlük eder. Rivayetler bu iki mânâ üzerindedir. Bununla beraber
"hayır", bilinen mânâsında, "şedid" de sıkıntılı olup
sıkılmak mânâsına şiddetten olmak üzere "Keşşaf" üçüncü bir mânâ daha
söylemiştir ki daha açık görünür. Şöyle ki: O insan hayrâta, hayır işlere sevgi
beslemez, geniş olmaz, sıkıntılı olur, canı sıkılır, mal ve bedene ait bir
teklif yapılınca hoşlanmaz, zoruna gider, sertleşir, sertleşir ama
9. Ya sonra "bilmeyecek mi?". Sonucu
hatırlatmak suretiyle korkutmak ve tehdittir. Yani öyle servet hırsı, dünya
menfaati sevdasıyla cimrilik, pintilik, nankörlük yapmakla ne fena hareket
etmiş, kendi gerçek menfaatinin nasıl tersine gitmiş olduğuna bugün şahitlik
etmiyorsa sonra da anlamayacak, itiraf etmeyecek, onun azaplarını çekmeyecek mi
sanıyor? O zelzele, o kıyamet günü yerin ağırlıklarını çıkardığı ve kabirlerde
gömülenler deşilip fırlatıldığı (İnfitar Sûresi'nde "Kabirlerin içi dışına
getirildiği zaman." İnfitar, 82/4. âyetin tefsirine bkz.),
10. Ve o sinelerdekiler toplandığı, neticesi
alındığı zaman. Yani gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, gayeler,
olgun ürün gibi derilip toplanıp bütün neticesiyle meydana konduğu zaman
muhakkak o nankör insanlar dünyada neler ettiklerini anlayacaklar.
11. Çünkü o gün, o Rabbleri onlardan, o
nimetlerine karşı nankörlük ettikleri âlemlerin Rabbi, o insanlara onların
bütün varlıklarıyla, bütün yaptıklarından elbette haberdardır. Hiçbir
zerresinden gafil değil, içlerini, dışlarını, hepsini bilir, önce de bilir,
sonra da bilir. Fakat o gün hepsini kendilerine bildirecektir. Onlar unuttuysalar
da o bilir. "Allah, onların yaptıklarını sayıp tesbit etmiştir, onlar ise
bunu unutmuşlardı." (Mücadele, 58/6) O hakları ödenmeyen malları,
servetleri, o hırsla biriktirilerek gömülen hazineleri, defineleri o gün
çıkaracak. "O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır, bunlarla
onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır: "İşte kendiniz için
yığdıklarınız" (denir)." (Tevbe, 9/35) âyeti delaletince cehennem
ateşinde kızdırılarak onlarla alınları, yanları, belleri dağlanacaktır. Bunun
dünyada başlıca bir misali, bu sûrenin başındaki kasemlerle haber verildiği
üzere ateşler çakarak, gelip toplulukları perişan eden harp akınları altında
kalanların halleridir. Bu münasebetle burada Enfal Sûresi'nde geçen "O
düşmanlara karşı gücümüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen
atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin
düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman)
kimseleri korkutursunuz." (Enfal, 8/60) mefhumu üzere Allah yolunda kuvvet
hazırlamak için seve seve mal sarfederek hayra çalışmak ve ferdî servet
hırsıyla cimrilik ve nankörlük etmemek gereği hatırlatılmış ve aynı zamanda
dünya istilalarında ölümle kurtulmak mümkün olduğu halde, kabirdekilerin
deşildiği ve sinelerdekilerin derildiği ve zerresine varıncaya kadar hayır ve
şer amellerin cezası görüleceği gün yönelecek olan ebedî azaptan kurtulmak
mümkün olmayacağı anlatılarak insanlar Allah için hayır yapmaya sevkolunmuştur.
Râzî der ki: Burada ögüt hissesi şudur: Ey insan, sen dünya menfaati hırsıyla
hak ve hayra karşı gelmek için sinende türlü hisler besler, faydasız şeylere
hazırlanır, kabirler bina eder, tabut satın alır, kefen dokur biçersin.
Bunların ise hepsi kurtların hissesidir. Hani Rabbin, Rahmân'ın hissesi nerede?
Bir kadın bile hamile olduğu zaman çocuğuna giyecek hazırlar, ona senin çocuğun
yok bu hazırlık nedir? denilecek olsa yarın karnımdaki deşilip çıkacak değil
mi? der, Rabbine de sana; bu yerin karnındakilerin hepsi deşilecek değil mi?
Hani hazırlık?" diyor.
Bunun üzerine o kabirdekiler deşilip o,
sinedekiler derilirken hepsinden haberdar olan Rabb'in huzurunda neticenin ne
olacağı anlatılmak üzere de bunu aşağıda gelecek Kâria Sûresi takip edecektir.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||