75-KIYAMET:
1.Yemin ederim. Bu, "yemin etmem"
mânâsına değil, hayır, vallahi; yok, vallahi; değil, vallahi, gibi olumsuz bir
ifadeden sonra yemindir. Nitekim İmriu'l-Kays şöyle demiştir:
"Hayır, baban hakkı için ey Âmiri'nin
kızı, kavim benim kaçacağımı iddia etmez."
Âlimlerin çoğunluğu, bu gibi 'ların sıla, yani
sadece vurgu için ilave edilmiş, eklenmiş, olduğunu söyler. (Vâkıa sûresinde
"Hayır, yıldızların mevkilerine yemin ederim."(Vâkıa, 56/75) âyetinin
tefsirine bkz.). Fakat Zemahşeri'nin açıklamasına göre, yeminden evvel gelen bu
"lâ", "Hayır, Rabbine yemin olsun ki iman etmezler."(Nisâ,
4/65) âyetinde olduğu gibi sözün arasında olursa yemini vurgulamak için ilave
edilmiş sıladır. Nitekim "Ehl-i kitab iyice bilsin diye"(Hadid,
57/29) âyetinde de ilmi vurgulamak için ziyade edilmiştir. Fakat bu sûrede ve
Beled sûresinde olduğu gibi sözün başında söylendiği zaman sıla değil,
olumsuzluk ifade eder. Çünkü sıla, yani vurgu maksadıyla iki kelimeyi birbirine
bağlama sözün arasında olur.
Bu olumsuzluğun yorum ve izahı şudur: Bir şeye
yemin etmek onu büyütmek, ululamak demektir. Bunun başına olumsuzluk harfi
getirmekle sanki şöyle denilmiş olur: "Şu söyleyeceğim söz o kadar önemli
ve büyük ki, bunun büyüklüğünü tanıtmak için yemin etmek bile etmemek gibidir.
Yani ondan da çok hürmet ve saygıya layıktır." Bu mânâ ise yemini
desteklemiş olacağından olumsuzluk edatı ile vurgulanmış olur. Bazıları,
"yemine ihtiyaç ve gerek yok. Bu son derece kuvvetli ve belli"
mânâsıyla bu vurguyu ifade etmişler; bazıları da yeminden evvel geçmiş olan
karşıt fikirleri ret için olduğunu söylemişlerdir. Bunu, yeminden önce
muhatabın zihnini başka şeylerden temizlemek mânâsıyla da açıklayabiliriz ki,
şöyle demek olur: "Şimdi zihninden bütün karşıt fikirleri sil. Söylenecek
ve dinlenecek başka bir şey yok, ancak şu söyliyeceğim hakikat vardır. Yemin
ederim ki..."
Kasem, bilindiği gibi yemin demektir. Biz
meâlde bu "lâ"yı, bu mânâlara değinebilmek için "hayır"
diye ifade etmeyi uygun gördük.
"Kıyamet gününe." Kıyamet günü,
ölülerin dirilip kalkacağı gün, kalkış günü ki, önü ölüm ve yıkım günüdür. Bu
sözle yeminin cevabının ne olduğu anlaşıldığı için ayrıca yeminin cevabı
söylenmemiştir. "İnsan zanneder mi ki?..." Sorusunun cevabı yerine
geçmiştir. Zira kıyamet gününe yemin etmek demek onun muhakkak olacağına yemin
etmek demektir. Bu ise şöyle demek olur: Kıyamet gününe yemin ederim ki, siz
kesinlikle tekrar diriltilecek, öldükten sonra kaldırılacaksınız.
2. "Hayır, kendini kınayıp duran nefse de
yemin ederim." Bu da aynı mânâda, "nefs-i levvâme" (kendini
kınayan)'nin gerçekleşeceğine yemindir. Nefs-i levvâme, "kınayan
nefis" demektir. Bu da ya başkasını çok çok kınayan nefis veya yaptığı
günahların fenalığını anlayıp da kendini kınayan, pişman olan nefis demek
olabilir. Daha çok bu ikinci mânâ yaygın ve bilinmektedir. Onun için nefisler
nefs-i emmâre (insana kötülük yapmasını emreden nefis), nefs-i levvâme, nefs-i
mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a
yaklaştıran nefis), nefs-i mülheme (ilham edilmiş nefis), nefs-i zekiyye
(temizlenmiş nefis), nefs-i raziye (razı olmuş nefis) ve nefs-i merdıyye
(kendisinden razı olunmuş nefis) diye yedi mertebeye kadar sayılır ki, her biri
terbiye ve nefsi kırma ile tarikat yolunda bir mertebedir. Yani kıyamet günü
muhakkak olacak ve ona inanmak istemeyen kötü nefisler o gün kendisini çok
kınayacak, dünyada yaptıkları gafletlere, günahlara çok pişman olacaklar, hatta
her nefis kendini kınayacak, dünyada işlediği kusura pişman olacak, "daha
iyi niye çalışmadım, daha güzel işler niçin yapmadım" diye pişmanlık
duyacaktır. Bu surette "kendini kınayan nefs"e yemin, o gün
gerçekleşecek olan kınamasındaki acılığın önemine ve büyüklüğüne dikkat çekmek
için demek olur.
3. "İnsan, kendisinin kemiklerini bir
araya toplayamayacağımızı mı sanıyor?" Bu, yeminlerin cevabı yerindedir.
Ahnes b. Şüreyk'in damadı Adiyy b. Ebi Rebia
Hz. Peygamber (s.a.v)'in komşusu idi. Bu ikisi hakkında Resulullah (s.a.v):
"Allah'ım! Bana kötü komşumun hakkından gel." derdi. Adiyy bir gün
Hz. peygamber (s.a.v)'e: "Ey Muhammed! Bana o kıyamet gününden haber ver
bakalım; o ne zaman ve nasıl olacak?" demişti. Resulullah (s.a.v) da haber
vermişti. Bunun üzerine Adiyy: "Ey Muhammed! Ben onu gözümle görsem yine
doğrulamam ve sana inanmam. Allah o kemikleri mi toplayacak?" demişti. Ebu
Cehil de: "Muhammed, Allah'ın bu kemikleri çürüyüp dağıldıktan sonra
toplayıp yeni bir yaratışla tekrar canlandıracağını mı iddia ediyor?"
demişti. Bu sûrenin, bu iki olaydan biri sebebiyle indiği rivayet ediliyor.
Bundan dolayı bu âyette geçen 'ı bilinen bir insan şeklinde yorumlamak
isteyenler olmuş ise de âyetin iniş sebebi, inen hükmün belli ve özel bir şahsa
ait olmasını gerektirmeyeceği için görünen şekliyle bunu "insan
cinsi" olarak yorumlamak doğru olur. Bundan her insanın böyle zannetmesi
de gerekmez.
4. "Evet" bu bir tasdik (onaylama)
edatıdır. Şu kadar var ki bu, "neam, (evet), lâ (hayır) gibi değil,
olumsuzluğu isbat suretiyle tasdik ve onay ifade eder. Mesela, "daha
gelmedi mi?" şeklinde sorulan olumsuz bir soruya "evet" yahut
"hayır" ile cevap verilse, "evet gelmedi, hayır gelmedi"
denilmiş gibi olduğu halde, aynı soruya "belâ" ile cevap verildiği
zaman "evet geldi" denilmiş olur. Onun için biz "belâ"
kelimesini fiili söylemeden yalnız olarak terceme edemiyoruz. Burada
"toplayamayacağımızı mı sanıyor?" sözüne karşılık "belâ"
denilmesi, "evet toplarız" demektir.
"Gücü yeten kişiler olarak." Bu
kelime metinde bulunmayan ve "toplarız" şeklinde takdir edilen fiilin
(Failinin) hâl ve durumunu bildirir. Mânâsı: "Evet, biz onun kemiklerini
öyle bir araya getirir, derler toplarız ki, parmaklarını bile eski düzgün hallerine
getirmeye gücümüz yeterek yani sade o iri kemiklerini değil, vücudun en ince
oluşumuna varıncaya kadar hepsini, hatta gövdesinin, kol ve bacaklarının en
ince uçları olan parmaklarını, uçlarındaki inceliklere varıncaya kadar
tamamiyle düzeltmek şartıyla derleyip toplamaya gücümüz yeter.
Parmak uçlarının yaratılışında bu suretle
inceliğe işaret edilmiş olması zahirî (yüzeysel) ve basit bir şey değil,
onların yaratılışında göründüğünden çok derin ve önemli incelikler bulunduğunu
gösterir. Evvela insan en önemli işlerini elleriyle yapar, onun için el güç ve
kudretin sembolü sayılır. "Şu iş onun elindedir", "elinden
gelir", "eli dardır", "eli geniştir", "eli
uzundur", "eli kısadır", "eli açıktır" ve "eli
sıkıdır" gibi güç mânâsı ile ilgili olan ifadeler, ele nisbet edildiği
kadar hiçbir uzva nisbet edilmemiştir denilebilir. Sonra elin bütün kıymeti ise
parmaklardadır. El ile yapılan bütün işlerin parmakla ilgisi vardır. Onun için
on parmağın diyeti, iki elin diyetine eşittir. "Filân işte onun parmağı
var." sözü de parmağın etki ve güç alameti olduğunu anlatır. Parmakların
bütün incelikleri de uçlarındadır. Parmaklarda ve parmak uçlarında öyle
enteresan bir sanat ve öyle ince bir duyarlılık vardır ki anatominin ve doku
biliminin incelikleri bile onu kavramaya yeterli olmaz. Dokunma duyusunun hemen
hemen bütün incelikleri onlarda toplanmıştır. Kaba bir misal ile karanlık bir
gecede mesela bir kiler veya bir dükkanda gezinirken elinizdeki bir baston ile
şuraya buraya dürttükçe şu taş, şu toprak, şu tahta, şu un çuvalı, şu pirinç
veya bulgur çuvalı, şu kahve veya fasulye çuvalı, şu şeker, şu kömür çuvalı
diye birçok şeyleri ayırabilirsiniz ki bütün bunlar, bastondan gelebilen türlü
titreşimlerin nevilerini parmaklarınızın sinir uçları ile aldığı duyum ağının incelikleridir.
Bir taraftan silah gibi birçok şeylere direnip dayanan tırnakların sertliğiyle
uygun kaslarının dayanıklı teşkilatı içinde böyle farklı zariflik ve
incelikleri kapsayan ve büyük büyük çekiç ve külünk darbeleri ile yazı, nakış,
resim, süsleme ve yazı taramaları gibi en ince çizgileri çizen ince ve zarif
kalemleri, fırçaları, iğneleri yapma ve yönetmeye alet olan parmaklar ve uçları
hemen hemen insanlardan meydana gelen işlerin en önemli bölümünün ortaya
çıktığı yaratılış boğumlarıdır. Bunların tam olarak okunması bilinse, bir
insanın her şeyini olmasa da pek çok özelliğini ifade ettikleri anlaşılır. Şu
halde "parmaklarını bile düzeltmeye gücü yeterek" denilmesinde,
"o insanın ellerinden çıkan iyi kötü bütün iş ve eserlerle beraber
düzeltebiliriz" denilmek gibi derin bir mânâ vardır. Bunları yaratan
elbette yine derleyip toplayabilir. Evet yüce Allah insanın bütün özelliklerini
bir küçük hücrede toplayıp misal olarak gösterebilir. Nitekim kuyruk sokumundan
bir zerre içinde bir insanın bütün özelliklerini toplar.
5. İnsanın o zannı esas itibarıyla bu gücü hiç
hissetmediğinden değil fakat insan, (yani günahkâr insan) önünde günah işlemek
ister şehvetlerinden, günahlarından, lezzetlerinden ayrılmamayı, ilerde onlara
devam etmeyi ve hatta sonsuza değin isyan ve günah ile Rabb'ına karşı
terbiyesizlik etmeyi ister.
6. Günaha devam etmeyi iyi halli olmaya tercih
eder de alay yollu çapkınlıkla O kıyamet günü ne zaman? diyer sorar. Lakin
sonra o kıyamet kopmaya başladı mı gözü açılır, dünyanın her taraftan başına
yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır, yaptıklarına pişman olur,
kendini kınama zamanı gelir çatar. Oysa son pişmanlık fayda vermez, hak yerini
bulur.
7. İşte o soruya karşı ölüm ve yıkım
belirtilerinin görünmeye başladığı, kıyamet başlangıcı anlatılarak buyruluyor
ki: Derken, ne zaman ki göz şimşek çakar.
BERK-I BASAR, "gözün şimşek
çakması," ansızın tepesinde çakan şimşekten dolayı karşı karşıya kaldığı
dehşet ve şiddet halinden mecaz olarak ansızın başına gelen yok edici olayın
şiddetli elem ve ızdırabıyla dehşet ve şaşkınlık içinde duyulan keskin
uyanıklığı ifade eder ki, bu sırada hakikat yıldırımının parıldayışı içinde
insanın gözünde bütün dünya yerinden oynayıp silinmeye başlar ve ay tutulur.
8. Burada "HUSUF-I KAMER," Ayın güneşe
yönelmesi halinde dünya gölgesinin araya girmesi demek olan bildiğimiz ay
tutulması mânâsına da olabilirse de hafif kalır. Bu daha çok o güne ait bir
görüntü olmak üzere ayın nurunun yok olup o şimşek çakan göze görünmez olması
veya puslu, mahzun bir manzara içinde kalması halini anlatır. Yani ışığında
zevk ve sefa sürdüğü o parlak ay söner, puslanır, kararır, görünmez olur.
9. Ve güneş ve ay bir araya getirilir,
toplanır. Şimşek manzarasında olduğu gibi güneş ve ayın görünen yüzleri
yerlerinden oynatılarak çalkanır çalkanır bir araya gelir. "Güneş ile ayın
bir araya gelmesi" şeklinde ifade edilen mihâk gecesi her Arabî ayın son
üç gecesi gibi ay ve güneş bir araya gelmiş ve fakat sadece ay değil, güneş de
yokluk deryasına dalmış, görünmez olmuş bulunur.
10. İnsan o gün der. Nereye kaçmalı?
MEFERR, kaçmak mânâsına mimli mastardır. O
günahkâr insan o vakit dehşetten kaçacak yer arar. Ümitsizliğinden ve
şaşkınlığından böyle der. Bu, ümitsizlik ifade eden bir istifham-ı inkaridir.
Biraz sonra gelecek olan "Hayır yok kaçacak yer." âyeti bu ümitsizliği
açıktan açığa bildirmektedir. Bununla beraber şaşkınlıkla sorulmuş gerçek
mânâda bir soru da olabilir. Bu durumda da âyeti o gün bu soruya verilmiş ret
cevabı veya bugün onun açıklamasıdır. Şöyle ki: Hayır hayır, yok bir kaçacak,
sığınacak yer.
11. VEZER, aslında ağırlık mânâsından
"sarp ve sağlam dağ" demektir. Böyle dağlar kaçakların sığındıkları
yerler olduğu için gerek dağ, gerek kale, gerek silah, gerek insan ve diğerleri
mutlak mânâda sığınak, sığınacak yer veya siper mânâsında yaygın şekilde kullanılır
olmuştur. Nitekim şair:
"Ömrüne yemin ederim ki yiğide yetişecek
ölümden ve ihtiyarlıktan sığınacak bir yer, sığınak yoktur." demiştir.
Demek ki: "hayır, sığınak yok" sözü,
o gün "kaçacak yer nerde?" diyen insanın yine kendisi tarafından
söylenmiş bir sözün hikâye edilmesi olabileceği gibi, o gün onun sorusuna
"hayır" cevabı vermek için veya bugün bir hatırlatma için doğrudan
doğruya Allah'ın kelâmı olma ihtimali de vardır.
12. Şu da onun açıklanması mahiyetinde yeni
bir başlangıç cümlesidir: O gün sadece Rabb'ının huzurunda durulacaktır.
MÜSTEKARR, bir yerde durma mânâsına mimli
mastardır. Durma yeri mânâsına yer bildiren bir isim de olabilir. Yani o gün
her kim olursa olsun kulların sığınma kararı ancak Rabb'ın olan yüce
Allah'adır. Ondan kaçmak isteyenler de o gün ondan başka sığınacak hiçbir
sığınak bulamazlar. Son karar ona veya onun emrine varılmaktır. Başka bir mânâ
ile, o gün insanların varacakları karargâh cennet mi yoksa cehennem mi? Bunu
tayin etmek rabbına aittir. Bu hitap, o gün kaçacak yer arayan insana değil,
muhatapların efendisi olan Hz. Peygamber (s.a.v)'edir, dolayısıyla da bütün
insanlara bir hakikatı açıklamaktadır.
13. İnsan o gün ayıtılır, haberdar edilir,
yani kendisine haber verilir, yahut insanın ne olduğu, hakkının neden ibaret
bulunduğu, hayır veya şer anlatılır. Öne aldığı ve sona bıraktıklarıyla, önce
yaptığı ve sonra yaptığı amelleriyle, yahut yaptığı, ahiret için önceden
gönderdiği ve yapmayıp geri bıraktığı, iyi veya kötü bütün işleriyle anılır,
anlatılır. Hesaba çekilir. İşte o vakit tam gözü açılır. Bununla beraber insan
olana bunları anlatmaya gerek bile yoktur.
14. Çünkü Doğrusu insan kendine karşı bir kalp
gözüdür.
Bu âyet çok dikkate değer bir âyettir. Burada
insanın tam hakikatı tanıtılmıştır. İnsan, ne yaptığını bilmeyecek bir bedenden
ibaret değil, kendini bilen, kendi kendini vicdanında duyan bir basiret, diye
anlatılmıştır ki nefs-i nâtıkayı yani insanın canlılar arasındaki yerini belli
eden cevheri bildirir. İnsanın hakikatı, böyle kendine karşı bir basiret, bir
kalp gözü olduğu için insan olan, kendinde olup biten, yani ruhuna, bilincine
ilişmiş bulunan her şeyi duyar. Yaptığı bütün fiil ve hareketlerine kendi
vicdanında kendisi tanık bulunur.
15. Her ne kadar ortaya özürlerini sayar
dökerse de yaptığı işler hakkında hesap ve sual zamanında başkalarına karşı
kendisini özürlü göstermek için türlü mazeretler açıklamaya kalkarsa da ne
yaptığını, mazeretlerinin doğru olup olmadığını kendi nefsinde, kendi ruh ve
vicdanında bilir. Şu halde insanın hakikatı başkasına karşı görünen, söylenen
değil; onun kendi nefsinde, kendi vicdanında duyduğu ne ise odur. Ahirette
Allah katında göreceği de ondan ibarettir. İnsan söylediği bir sözün yalan
olduğunu kendisi bilip dururken halka karşı kendisini doğru göstermek için ne
kadar özürler sayıp dökse o kendi bilir ki kendi gözünde yalancıdır.
Dolayısıyla halk onu doğru da bilse Hakk'ın katında yalancıdır. Halka iyi
görünmekle, şu-bu özürleri saymakla kendi vicdanında bilip durduğu hakikatı
değiştiremiyeceği gibi Hak nazarında hiç değiştiremez. O halde halk ne söylerse
söylesin, kendisi ne kadar özür ortaya koyarsa koysun insan Hakk'ın huzurunda
gerçek kimliği ile karşılaşacak, kendisi kendi aleyhine tanık olacaktır. Onun
için insan kendini gözetmeli, asıl itibarıyla iyi olmaya çalışmalı, kötü işler
yapıp da şöyle böyle özürler saymaya kalkışmamalı, kendisini keyfinin, istek ve
temennilerinin güdümüne göre değil, hak gözüyle ve vicdanının bütün
samimiyetiyle dinleyip gözeterek hareket etmelidir ki, hak ile hak olmayanı, iyi
ile kötüyü güzelce ayırabilsin. Kendi aleyhine şahit olmasın.
16. Bundan dolayı Peygamber'in kendine ait
olmak üzere buyuruluyor ki: Ona dilini depretme. Onu hemen almak için....
Bu âyetteki zamirlerinin hangi ismin yerini
tuttuğu açık değildir. Hitap mutlak insana olsaydı, bu zamir, özürlerini sayıp
dökmeye kalkışan insanın içindeki yani vicdanındaki şeyin yerini tutabilir ve
şöyle demek olurdu: "Ey insan! O gün hesap verirken Hakk'ın huzurunda
vicdanındakini acele söyleyip de işin içinden çıkacağım diye telaş etme, sakın,
dilini bile oynatma, zira onu, o bildiklerini derleyip toplayan sen değilsin,
biziz. Biz onu derler toplar sana okuruz. Sen yalnız bizim okuduğumuzun ardınca
gel ki o vakit tam hakkı söylemiş, yanlışlığa düşmemiş olursun." Gerçi bu
âyetin üslup ve akışından bu mânâ da anlaşılmaz değildir. Fakat hitabın
özellikle Peygamber'e olması ve sonra da "Kur'ân" denilmiş bulunması
itibarıyla bu zamirinin önce, bu sırada Peygamberin kalbine inmekte bulunan
Kur'ân'ın yerini tutması gerekir. Zira zamirin yerini tutmuş olduğu ismin manen
veya hükmen geçmesinin yeterli olduğu ve "Kuşkusuz biz onu Kadir gecesinde
indirdik."(Kadr, 97/1) âyetindeki gibi birçok yerde Kur'ân'ın ismi
geçmeden, bulunduğu makam delili ile ona zamir gönderilegeldiği bilinmekle beraber
burada sözün akışının buna özel bir işareti de vardır. Onun için tefsirler bu
zamirinin Kur'ân'ın yerini tuttuğunu açıklamaktadırlar.
Tirmizi'de bu âyetin iniş sebebini Saîd b.
Cübeyr İbnü Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Kur'ân inerken Resulullah (s.a.v)
iyi bellemek için dilini, dudaklarını depretirdi. Bunun üzerine yüce Allah,
âyetini indirdi."
Anlaşılıyor ki Hz. Peygamber (s.a.v) bu sûre
inerken özellikle bu noktada dilini depretmiş, acele okumak istemişti. Bu âyet
de bunun üzerine inmiş ve iyi zaptetmesi için her şeyden önce hareketsiz
dinlemesi emredilmiştir. Yani Kur'ân kalbine, basiretine inerken, sadece dinle,
acele okumak için dilini oynatma.
17. Çünkü onun toplanması ve okunması bize
aittir. Yani tamamını toplayıp Kur'ân halinde tesbit ederek okutmak bizim
üstlendiğimiz bir iştir. Onu sana indiren okutacaktır.
18. Bu nedenle biz onu okuduğumuzda, Cebrail
onu okumayı bitirdiğinde O vakit onun okuduğunu takip et, ardınca yavaş yavaş
oku.
19. Sonra onu açıklamak da bize aittir. Gerek
ve ihtiyaç duyuldukça beyan üsluplarından biriyle maksadı açıklayıp izah etmek
de bize aittir. Usul ilminde açıklandığı üzere beyan üslupları beştir. Takrir
beyanı, tefsir beyanı tağyir beyanı, tebdil beyanı ve zaruret beyanı. Bu
şekilde Kur'ân'ın birçok âyeti birbirini açıklar. Burada dikkate değer
noktalardan biri de şudur ki "onu toplamak ve okumak" âyeti ile
"onu takip et" âyetinde geçen Kur'ân, ismi değil, okumak mânâsına
"rüchân" vezni (kalıbı)nde bir mastardır. İkincisi
"okunmuş" mânâsına da olabilir. Bundan dolayı burada daha önce
zikrettiğimiz mânâya da bir tür işaret vardır. Kendi içini iyice gören insan
herhangi önemli bir olay karşısında vicdanın derinliğindeki hatıraları hakkıyla
dinlemek ve kendi nefsine karşı tanık olmak için acele etmemeli, nefsinin arzu
ve isteklerini karıştırmayarak samimiyetle ve acelesiz, düşüne, düşüne dinleyip
ona göre hareket etmelidir. Nitekim, "Müftüler sana fetva verseler de, sen
kalbine dan" hadis-i şerifinde ve istihare hadislerinde bu mânâ açıklanmış
olduğu gibi "Kul, bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, neticede
ben onun kulağı, gözü... olurum"kudsi hadisinde de bu mânâ vardır.
Peygamberlere gelen vahyin dışında kalan
ilhamlar herkes için bir ilim sebebi değilse de, amellerin hükmü niyete bağlı
ve niyet kalbî işlerden olduğu ve bunda vicdanın şahitliğinin önemi büyük
olduğu gibi özellikle insan fiil ve sözlerinde kendi vicdanına bağlı olabilmek
için ruhundaki bütün bilgi ve delilleri gereği gibi dinlemek ve günah işlemek
ve günahtan sakınmak dürtüsünü Allah'ın ilham ettiği gibi sezerek ona göre bir
işe girişmek dahi ilham alan nefislerin alametlerindendir. Çünkü Hakk'ın
huzuruna insan onunla çıkacaktır. İşte bu mânâya işarettir ki buAyetleri bu
sûrede asıl konuyla ilgisi olmayıp sırası gelmişken söylenen bir söz olarak
bırakmayıp başını sonuna tamamen bağlamıştır.
20. Hayır hayır, siz istiyorsunuz. Bu da
Peygamber'e, hitaptan sonra herkese yapılmış bir hitaptır. Burada aceleyi
reddetme mânâsınadır. Yani "aceleci olmayın" demektir. "Gerçek
şu ki" mânâsına olduğu da söylenmiştir. Peşin olanı yani dünyayı
istiyorsunuz.
21. Zira karşılığında "ahireti
bırakıyorsunuz." Burada söz tamamen ahirete çevrilmiş oluyor ki, Kıyametin,
öldükten sonra dirilmenin hüküm günü olan zamanına gelmiş bulunuyor.
22. Nice yüzler o gün parlaktır. Başarılı olma
neşesiyle sevinç içinde ışıl ışıl parıldar.
23. Zira Rabbine bakıcıdır. Onun cemâline
bakmaktadır. Ehl-i Sünnet bu bakışı "görme" mânâsında anlayarak
ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. "Beni
asla göremezsin."(A'râf, 7/143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı
"bekleme" mânâsına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan
beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada
sadece bekleme mânâsının doğru olamayacağını anlatır.
24. Nice yüzler de o gün pusarır, kederinden
ekşir, kararır, pusarır.
25. "Onlar (burada zann, kesin olarak ve
iyice anlamak mânâsınadır) anlar ki", kendilerine belkıran uygulanacak.
FÂKIRE, büyük bela, korkunç felaket demektir
ki belkemiğine isabet eden, yani belleri kırıp paramparça eden şiddet
mânâsından gelir. Bazıları, devenin burnunu dağlamak mânâsına gelen
"fakr" dan türemiş olduğunu söylemişlerdir. Birisi şiddetini, birisi
de azabın acılığını ifade eder. Dilimizde "filan iş filanın belini
kırdı." tabirinin kullanılması itibariyle biz buna meâlde
"belkıran" demeyi uygun gördük.
İşte ahireti bırakıp sonunu düşünmeden yalnız
peşine, dünyaya sevgi beslememin neticesi, budur, bu beller kıran büyük
beladır.
26. Buraya kadar kıyametin kısmen dünya ile
ilgili yıkım manzarasındaki dehşet, sonra da ahiretle ilgili biri Allah'ın
cemalinin, biri de azametinin görünmesine ait olan iki sonuç açıklandıktan
sonra dünya hayatının sonu ve ahiretin ilk kapısı ve ferdin kıyameti demek olan
ölüm ve can çekişme hali anlatılarak ahireti bırakıp da dünyaya sevgi
besleyenlerin belini kıran o büyük belanın ahirete de kalmayıp, dünyadan
başladığı anlatılmak üzere buyruluyor ki: Hayır hayır, ne zaman ki. Bu, 'ye
benzer olup dünyayı sevip ahireti bırakmaktan sakındırmakta ve ölüm halini
tasvir etmektedir. Can ulaşır. Bu fiilin zamiri dünyayı seven nefsin, veya bu
karine (ipucu) sayesinde ruhun yerini tutar. köprücük kemiklerine. Terâkî,
"türkuve" kelimesinin çoğulu olup boynun dibinden kollara doğru olan
köprücük kemiklerine denir.
27. "Kim tedavi edecek?" denilir.
RÂKK; râkî, yani üfürükçülük yapan, çaresizlik
hallerinde son bir tedbir olmak üzere başvurulan okuyucu, bir nefes edici veya
sözle, fiille tedavi eden demektir ki ölüm halinde çağrılan cismani veya ruhanî
doktordan, hekimden ve okuyucudan daha kapsamlı olabilirse de daha çok ruhanî
olan okuyucu için kullanıldığı açıktır. İnanan da inanmayan da son bir teselli
olmak üzere ona başvurur
Burada bir "sekte" ile okunur ki,
bunda lafız ve mânâ itibarıyla iki nükte vardır.
BİRİNCİSİ, sekte yapılmadığı takdirde
"nun" harfinin "ra"da gunnesiz olarak idgam yapılması
gerekip âyeti "merrâk" gibi okunmuş, yani "çorbacı"
denilmiş gibi olacağından sekte ile bu karışıklığın önüne geçilmiş olur.
İKİNCİSİ de bu ânın, nefesin kesildiği bir
durma ve nefes almama anı olduğuna bir uyarı olur. O okuyucu çağrılır veya
çağrılmaz, bulunur veya bulunmaz, işin bu yönü başka, fakat o anda bu söylenir.
28. Ve sezer, anlar. O can çekişen, nefesi
tıkanan, ölmek üzere olan kişi o anda anlar ki O, yani başına gelen hakkın emri
tam ayrılıktır, sevgilisinden, sevgili dünyasından ve nimetlerinden ve bütün
uzuvlarının birbirlerinden "elveda, elfirâk!" diye diye acı ve
kederler içinde ayrıldığı tam ayrılıktır.
29. O an o bunu anlamış, bacak bacağa dolaşmıştır.
Ölüm acısıyle el ayak karışmış, bacak bacağa dolaşmıştır.
30. "O gün sevk ancak Rabb'inedir."
MESÂK, sevk, mânâsına mimli mastardır. Yani o
gün o kişi yakalanır, başka birine değil, ancak Rabbine sevk edilir. Hesabı
görülmek, cezası verilmek üzere zorla ve itile kakıla onun huzuruna götürülür.
İşte dünyanın sonu. Bu ahireti bırakıp da peşin olan dünyayı sevenlerin dünyada
varacakları son, budur. Ahireti sevenlerin kurtuluş ve sevgiliye kavuşma
neşesiyle gülümsedikleri bu an, dünya sevgisine sarılmış ruhlar için böyle elem
verici bir ayrılık, sonsuz bir hicran, bitmez tükenmez bir sürgündür. Evet o
gün o can her şeyden ayrılıp yalnız Rabbine sevkedilecektir, ey Muhammed.
Meâl-i Şerifi
31. Fakat o, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı.
32. Fakat yalanladı ve döndü.
33. Sonra da çalım sata sata ailesine gitti.
34. Gerektir o bela sana, gerek.
35. Evet, gerektir o bela sana gerek.
36. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
37. O, dökülen erlik suyundan bir damla
(sperm) değil miydi?
38. Sonra bir aleka (embriyon) oldu da Rabbi
onu biçime koydu, sonra şekil verdi.
39. Ondan da iki cinsi; erkek ve dişiyi var
etti.
40. Peki, bunu yapanın ölüleri diriltmeye gücü
yetmez mi?
31-32-33. "Tasdik etmedi." Bunu
tefsircilerin çoğu "iman" mânâsına gelen "tasdik"ten olmak
üzere tefsir etmişlerdir ki görünen mânâ da budur. Fakat Ebu Hayyân'ın dediği
gibi, bazıları da "sadaka"dan olarak "sadaka vermedi" diye
tefsir etmişlerdir ki bunda daha ziyade bir mânâ vardır. Önceki tefsire göre,
biraz sonra gelecek olan "lakin yalanladı" sözü sade bir tekit
(vurgu) gibi kalmış olacağından bu mânâ daha faydalıdır. Bu, bir önceki sûrede
geçen "Biz namaz kılanlardan değildik, fakirlere yemek yedirmezdik."
(Müddessir, 74/43-44) mânâsına da uygun düşer. Çünkü tasdik, sadaka vermek
mânâsına da gelir. İkisinde de bunun "fâ" harfi ile yukarıya
bağlanması şu mânâyı ifade eder: "Fakat o dünya zevk ve sevgisine dalıp da
neticede böyle Rabbine sevk olunacak olan ve "ne zaman o kıyamet
günü?" diyen o günahkâr can, ne yüzle Rabbine varacak? Çünkü o, dünyada
ilerisini ne tasdik etti, ne Allah için bir iş yaptı, ne sadaka verdi, ne namaz
kıldı. Fakat Allah'ı, Peygamber'i, Kur'ân'ı, ahireti inkâr etti, "yalan
bunlar" dedi ve Hakk'a karşı arkasını döndü, itaatte bulunmadı.
Sonra da bununla iftihar ederek çalım sata
sata, kurula kurula ailesine, evine veya iline keyif çatmaya gitti. Şimdi bu
adam sonunda dünyadan uzak bir ayrılık ile varacağı Rabbine ne yüzle varacak?
Kuşkusuz bu adam o gün gülecek yüzlerden değil; kendilerine belkıran
uygulanacak, belleri kırılacak, belasını bulacak, pusarık kara yüzlülerdendir.
Bu âyetlerin bu kısa ve özlü ifadeler içinde bu mânâlara daha parlak ve güzel
bir şekilde işaretleri vardır.
34-35. Onun için bu gibilere şöyle
buyrulur:"Gerektir o bela sana, gerek".
Arapça'da tabiri Türkçe'de "gerekti sana
o bela, oh olsun" demek gibi bir dua ve öc alıp rahatlama mânâsına
kullanılır. Bildiğimiz 'dan, "Layıktır, sana o veyl ve helâk"
mânâsınadır. Bazıları da bu 'nın kelimesinden çevrilerek "en büyük veyl
başına olsun" demek olduğunu söylemişlerdir.
Bu âyetin Ebu Cehil hakkında indiği rivayeti
geçmişti. Bununla beraber ifade ettiği mânânın, benzerlerini de açıkça
kapsayacağında kuşku yoktur.
36. "İnsan, başı boş bırakılacağını mı
zannediyor?"
SÜDÂ; boş bırakılmış, bir şey yapmakla yükümlü
tutulmamış, başı boş, kendi keyfine bırakılmış, ilişiksiz demektir.
37-38-39. "Bir meni değil miydi?.."
Bu ve devamında gelen âyetler yukarda söz konusu edilen zannın geçersiz
olduğunu isbat ederek sona hazırlamaktadırlar.
40. "Bunları yapan Allah o ölüleri
diriltemez mi?"
Bu sûre okunduğu zaman sonunda
"evet" denilmesi, Mürselat Sûresi'nin sonunda "Allah'a iman
ettik." denilmesi, Tin Sûresi'nin sonunda "Evet, ben de buna şahit
olanlardanım" denilmesi Hz. Peygamber (s.a.v)'den Ebu Hureyre hadisiyle,
Ahmed, Ebu Davûd, Hakim, Beyhakî gibi hadisçi ve tefsirciler tarafından rivayet
edilmiştir.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||